Bir İstanbullu Geceyi Sevmesini İyi
Bilir
İstanbul’u özlemek: Bir gece vakti
sıcak evini bırakıp, rüzgarını arkana alarak, yollara koyulmak ve arka
sokakların gizemini çözmeye çalışmaktır. İstanbul’u özlemek için O’nu terk
etmek de gerekmez, şehrin tam merkezindeyken bile aniden özlersin. Karanlığını,
soğuğunu, pisliğini, karmaşıklığını iyice kanıksadıysan, yara izlerini
ezberlediğin bir sevgili gibidir artık. Her şeye rağmen ve her haliyle
sevilendir. Vazgeçsen ya da terk etsen de olmaz, birlikteyken de çoğu zaman
anlaşmazlığa düşersin. Yine de bu şehir senindir ve gittiğin her yerde arkandan
gelecektir.
Saat 23:00 civarı evin kapısını, bi
ihtimal uğrayacak olan hırsızlara karşı iyice kilitledikten sonra atlayıp
motora önce Şişli’den geçer, sonra Osmanbey ve Kurtuluş’un arka sokakları
üzerinden Tarlabaşı’na çıkarsın. Tarlabaşı üzerinden de, Pera’nın arkasından
dolanarak Galata’nın eğri büğrü taşlı yollarından geçersin. Çünkü İstanbullu
olmak o eğri yollardan geçmek demektir. Motorunu kapatıp, yokuş aşağı kendi
kendine giden iki tekerleğe teslim olursun. İstanbullu olmak Yüksek Kaldırım’da
gece gece dolaşmak demektir. Orada artık eski genelevlerin çoğu olmasa da,
esnaf hala iş başındadır. Bir de haritalarıyla gezinen birkaç yabancı turist
çıkar karşına. Dümdüz indiğin yoldan, ikinci soldan saparsın. İşte karşındadır
yılların Alageyik Sokağı. Yaşlı binalarının ışığı sönmüş, bayram olmasına
rağmen kondom satan büfeler kapalı kalmıştır. Sebebini merak edersin. Bir
İstanbullu daima bilir ki, özellikle de bayramları Alageyik’in misafiri bitmez.
Kapılarında “cep telefonu, kesici alet, kemer ve eşya” emanet alan küçük
kulubülerinin olduğu yüksek binaların içi daima dolu olur. Bazen bir kadın
kahkahası, bazen de kart sesli bir adamın kahkahası sokakta yankılanır.
Asmaların yola gölge yaptığı sokaktan geçerken solda yer alan büfeye bakar,
“kim bilir ne iyi kar eder bayramda bu büfe” diye içinden geçirirsin. Dolunay
tam karşındadır. Binaların arkasından öyle bir gözünü alır ki ay, arnavut
kaldırımı parke taşları arasından geçerken bir an dengeni kaybedip
yalpalayabilirsin. İstanbul’a gelen bir kaptan için bu genel evler sokağı
zamanında ne kadar önemliyse, senin için de bu ve bunun gibi sokaklar o kadar
önemlidir. İstanbul’un, binbir yüzünü görebileceğin İstiklal Caddesi’nden,
parfüm kokulu Nişantaşı’ndan, esintili Bebek sahilinden, muhteşem güzellikteki
evleri barındıran Yeniköy’den, depo ve dükkanların sıralandığı Karaköy’den veya
Bankalar Caddesi’nden ibaret olmadığını bilirsin. İstanbullunun kalbi sokaklarda,
gecenin karanlığında, bilinmeyende, sırlarda, ehemmiyeti olmayan köşelerde
atar. Alageyik Sokağı’nın boş olmasına şaşırırken, sokakta bir adam görürsün.
Beyaz kazaklı, saçları yağlı adam “olur da buralara yolun düşerse, şimdilik
müşteri almadıklarını fakat kendisinin sizi başka bir yere
yönlendirebileceğini” bildirir. Yolun bitiminde durur, yukarıda sıralanmış
renkli ampüllere bakarsın. Bu gece sönüktür hepsi; bu da dolunayın sokağa daha
da güçlü yansımasına sebep olmuştur. O an bu şehri her haliyle seversin, bütün
yara izlerini tek tek kafanda sıralarsın. Köşe başından biri ıslık çalsa
dönecek ve Yüksek Kaldırım’da gece gece bir ıslık da sen çalacaksındır. Ama bu
gece o kadar sakin olan İstanbul’da henüz bir ıslık sesi kulağına
çalınmamıştır.
Kemeraltı Caddesi’ne indiğinde,
büfelerin önlerinde ıslak hamburger yiyenler, peçeli Arap kadınlar,
motorlarıyla yarış yapanlar, Galata Köprüsü’ne doğru yavaş adımlarıyla yürüyen
ayakları çıplak çocukları gördükten sonra geri dönersin. Galipdede’den tekrar
yukarıya doğru çıktığında sıra Tarlabaşı sokaklarından geçmek vardır. Serdar-ı
Ekrem’in bitiminden ilk sağ yapıp, Kırım Kilisesi’nin yanından geçerek
Kumbaracı’ya çıkarsın. Kadının biri kapısının altına gazete kağıtları
yerleştirmekle meşguldür. Biraz üşüdüğünden, durup da sebebini sormaya
üşenirsin. Kumbaracı’nın dik yokuşunu çıkarken motorun egzoz kokusu gelir.
Filistin bayrakları asılı balkonlara bakıp, gerçek bir İstanbullunun kesinlikle
Kumbaracı Yokuşu’nu “her haliyle” seveceğini bilirsin. Burası yüzyıllardır kişilik
değiştiren, bazen bu kişilikleri arasında geçiş yapmaktan yorulsa da, o dik
yokuşu sayesinde dinç kalabilmeyi başardığı insanların yaşadığı sokaktır. Bir
öğlen vakti okuldan çıkan çocuklarının, pembe barbie’li çantalarını taşıyan
başı örtülü anneler, şikayet etmeksizin bu yokuşu defalarca çıkacaklardır.
İstiklal Caddesi’ne yeniden
çıktığında, gözlerin gecenin sırlarını arayan diğer İstanbulluları arar. Bir
bir baktığın gözlerde ya eski sevgiliyi, ya da şaşkın bir turist görürsün de
bir İstanbulluyla karşılaşamazsın. Muhtemelen onlar şu anda evlerinde uyuyordur
ya da üşümemek için battaniyelerine sarılmış bir şekilde pencerelerinden
bakıyordur.
Kasımpaşa Stadı’ndan Tarlabaşı
sokaklarına kadar gelebildiğin süre zarfında gördüğün her bir sahneyi kaydetmek
için hafızan yetersiz, gözlerin kısık kalır. Tarlabaşı’nın en güzel köşe
binalarınının birinin önüne gelirsin ve bu saatte dışarıda top oynamalarına
şaşırdığın çocuklar topu üzerine fırlatacak gibi bir hareket yaparak, sana
orada küçük bir şaka yaparlar. Bir an onlardan biri gibi hisseder, bu histen
hoşnut bir şekilde yola devam edersin. Çayhanelerin çelik çaydanlıklarından
duman tüter için ısınır. Kahvehanelerde sigara dumanı altında kart oynayan pala
bıyıklı amcalara bakıp birkaç sokak öteye gidersin. İçin sanki biraz sigara
kokmaya başlamıştır. Kırmızı, neon ışıklı lokantalar ve bakkallar Tarlabaşı
sokaklarının, geceleri yanan en yakın yıldızı gibidirler. Sabaha kadar açık
kalır ışıkları. Bu ışıkların arasından geçerken gözüne bir pavyon erişir. Pavyonun
kapı girişinde bekleyen tesbihli amca ve içeride neler döndüğünü kestiremediğin
mekandan uzaklaşmak istemezsin. Çıkışın garanti olsa, içine girmek, saatlerce
bir pavyonda vakit geçirmek ve eski İstanbul pavyonları üzerine okuduğun ne
varsa o an, orada onları unutmak istersin. Bilirsin ki bir İstanbullu
İstanbul’a dair ne varsa okur ama değişimlere karşı çok üzülmemek için de
okuduğu ne varsa unutur. Unutmasını bilir. Köşeden saçlarını “çıtçıt”
peruklarla uzatmış bir travesti çıkar karşına. Parfümü gelir burnuna… Bu
“saçları” aldığı yeri tahmin etmeye çalışırsın…
Muhtemelen Tarlabaşı Bulvarı üzerindeki neon renkli perukçulardan
biridir. Az sonra o parfüm kokusunu da unutursun.
Rüzgar esmeye devam eder. Dolunayın
üzerinden kaybolan bulutlar sayesinde artık gökyüzü daha aydınlıktır. Bu şehrin
tüm sokakları sessizliğe bürünür gecenin aydınlığında. Sokak başlarında oturan
çocuklar artık üşümeyi unutmuştur ve bu şehre teslim olmuştur. Evine doğru yol
alırken bu şehri aldatıyor gibi hissedersin. Sıcak evinle bu sokakları da
aldatıyor gibisindir. Halbuki her halinle sevdiğin bu şehre ve onun sokaklarına
aittir ruhun, hislerin, kafandan geçen cümlelerin. Bu sokaklarda gündüz başka,
gece başka gördüğün hayatlar artık zevk sıvın olmuş, seni şehrin içine her geçen
gün daha da çekmektedir. Bir cücenin ıslık çaldığını, bir travestinin yüzlerce
renkli balonu sokaklara fırlattığını, bir kerhane tatlıcısının her gece bir
adamı şişlediğini, sokak çocuklarının renkli-parlak topu olan çocuklardan
nefret ettiğini, mahalle bıçkınlarının ceplerinden çıkardıkları bıçaklarına
bakarak saçlarını tükürükle düzelttiklerini, horozunu eline almış bir delinin
Rumeli Hisarı’nı ararken kendini ismini bilmediği sokaklarda bulduğunu hayal
edersin. Hepsi gerçektir de hayal olmuştur. Hayal olan her şeyin de bir gün
gerçek olacağını düşleyerek İstanbul’u bir kerede içine almak istersin.
Acıtacağını bile bile sonuna kadar içini O’na açmak.
29.10.2015 / 00:20 - İstanbul